31 Ekim 2009 Cumartesi

Hayali arkadaşlar

Hepimiz hayal kırıklığı yaşıyoruz arkadaşlıklarımızda...

Bu konu hakkında çok kafa yorup, bunun nedeninin yüksek beklentiler olduğunu düşünmüş ve çözümü orada aramıştım. Hatta bundan dolayı insanlardan beklentimi en aza çekmiş ve birinden ufak bir iyilik gördüğümde mutlu olmayı, ters bir hareket gördüğümde de, bir beklentim olmadığından mütevellit, hayal kırıklığı yaşamamayı başarmıştım. Ancak son zamanlarda fark ettim ki, beklentiler aslında fazla birşey ifade etmiyor. Sorunun kökü, bu beklentilerin içine nasıl girdiğimizde saklı .

Olay, o insanı hayatımızda boş olan yeri doldurma amaçlı gündeme almakta, yani o insanı alıp hayatımızdaki boşluğa göre şekillendirerek o boşluğu doldurmakta başlıyor. Diyelim ki biriyle tanışıyoruz ve konuşmalarından, yapmaktan zevk aldığı şeylerden kendisi ile ilgili bir görüşümüz oluşuyor. Hemen kendisini hayatımızda bu tip bir arkadaşlık için ayrılmış boşluğa yerleştiriyor, o boşluğa uygun hale getirmek için şekillendiriyor ve kafamızda yarattığımız o kişi gibi davranmasını bekliyoruz. Aksi yönde bir davranış geldi mi gerginlikler, mutsuzluklar, peşi sıra karşımıza çıkıveriyor. Bu sayede bir süre mutlu mesut ilerleyen ilişkiler, bir anda karşı tarafın, hayalinizde olmasını istediğiniz şekilde davranmamasıyla gerilip, kopabiliyor.

Oysa, hayatımızdaki insanları oldukları gibi kabul edip ona göre davransak, yıllarca zaman ve emek verdiğimiz ilişkilerimiz çok daha sağlam ilerleyecek. Bu nedenle, diyorum ki; kendi yarattığımız, "hayali arkadaşlarımız"a veda edelim ve arkadaşlıklarımızı, gerçek dünyada sağlam şekilde yaşayalım.

26 Ekim 2009 Pazartesi

Aşk-ı Memnu

Sıkı bir yerli dizi izleyicisi olmadığım için daha evvel dizilerimizle ilgili bir yazı yazmayı hiç düşünmemiştim, ancak yazılarımı çok seven bir arkadaşım, Aşk-ı Memnu dizisi ile ilgili yorumlarımı yazmamı istediğinden beri düşünüyorum, nereden başlayacağımı bulabilmek için.

Bilindiği üzere Aşk-ı Memnu, Halit Ziya Uşaklıgil'in bir romanı. Bu başarılı, başarılı olduğu kadar da meşhur roman, dizi olarak yeniden çekilmesiyle tekrar hayatımıza girdi. Kadro sağlam; Nebahat Çehre ve Selçuk Yöntem gibi kendini yıllar önce kanıtlamış oyuncuların yanında genç ve çok sevilen Beren Saat ve Kıvanç Tatlıtuğ yer almakta. Dizinin bir önceki versiyonunda oynayan Müjde Ar ve Salih Güney, genç oyuncuları ilk başlarda bir hayli ağır eleştirse de, günler haftalar birbirini izledi ve sonuçta bu dizi, devamlı surette yüksek izlenme oranıyla büyük başarı elde etti. Peki neydi bu başarının sırrı? Üzerinde benzeri emekler verilmiş birçok dizi yayından kaldırılırken, bu dizi nasıl bu kadar başarılı oldu?

Öncelikle hikayenin birçok yönü izleyiciyi ekrana bağlayacak cinsten. İçinde aşk ve türlü dalavereler var. Oyuncuların seçimi ve başarılı oyunları da inandırıcılığı artırmakta. Tecrübeli oyuncuları anlatmaya gerek yok, zaten hepsi görevlerini layıkıyla yerine getiriyor. Kıvanç Tatlıtuğ, bu dizi sayesinde, sadece güzel bir yüz değil, aynı zamanda çok da iyi bir oyuncu olduğunu ispatladı. Yeri geldiğinde nefret ettiğimiz bir çapkın, yeri geldiğinde ise haline üzüldüğümüz genç bir çocuk. Gerçekten çok başarılı. Keşke Bihter karakterini oynayan Beren Saat için de aynı yorumları yapabilseydim. Maalesef, kendisinin daha çok çalışması lazım, ancak, önemli sahnelerde bize duyguyu iletmekte zorlansa da, genel olarak Bihter için verilmek istenen şımarık ve hırslı havayı yansıtabiliyor, bundan dolayı çok sırıtmıyor kadroda.
Dizinin, insanları ekrana bağlayan diğer güzel yanları ise güzel ve bakımlı kadınlar, şık kıyafetler ve gösterişli yaşam tarzı. Kanallarımızı, dert ve keder dolu dizilerin sardığı bir dönemde karşımıza çıkan Aşk-ı Memnu dizisi, gerçekten bir göz ziyafeti çekiyor bizlere.

Gerçek hayatta tasvip edilmeyecek hassas konuları gündeme getirip bizleri düşünmeye sevk etmesiyle, aşk, ihanet, para gibi konuların sadece günümüzün meseleleri olmadığını bize gösteren Aşk-ı Memnu, ne mutlu ki bu dizi uyarlamasıyla yeniden hayatımıza girdi ve bizlere her hafta, Firdevs Hanım'ın gençlere taş çıkaracak güzelliğini, Beşir'in içinde kopan fırtınaları, Nihal'in çocuksu duygularını, Adnan Bey'in saflığa varan nezaketini ve Behlül'ün masmavi gözlerini izleme fırsatı vererek, hayatımızda unutulmayacak bir yer etti.

19 Ekim 2009 Pazartesi

Amsterdam

Sık seyahat eden biri için, yeni bir ülkeye gitmek, her zaman yaşanabilecek bir olay olmaktan çıkıyor. Bundan dolayı da sürekli aynı yerlere gitmek heyecan vermiyor insana...

Görmediğim bir yere gitmenin heyecanı, biraz sevinç biraz da endişe içerir, acaba sevecek miyim veya görülmesi gereken yerleri görebilecek miyim diye. Bilmeyince gideceğim yeri ve araştırma yapacak vaktim de yoksa, iyice strese girerim. Bir de havası suyu nasıldır bilemiyor insan, etraftan duyduklarına göre hazırlıyor eşyalarını ve sonuç; 30 kg gelen bavullar, giyilmeyecek birçok eşya ve bunları taşıma eziyeti...

Yine böyle bir seyahatte, 8 C dereceye göre hazırlanmış bir bavulla Amsterdam'a vardık. Hava bulutlu ancak oldukça ılıktı. Aynı hatayı Haziran ayında Moskova'ya giderken de yapmış, herkes sandaletlerle gezerken ben kalın botlarla idare etmek zorunda kalmıştım. Amsterdam için baharda bile çok soğuk olur diyen arkadaşlarım, asıl mevzudan; yani arada bir fırtına şeklinde yağan yağmurdan bahsetmeyi atlayınca, hediyelik eşya dükkanlarında satılan, bir kez açıldıktan sonra bir daha kapanmayan şemsiyelere mecbur kaldık. Turistik amaçlı bir seyahat olmadığı için, boş günümüzü dolu dolu değerlendirelim diye hemen bir harita aldık ve otelimizin bulunduğu bölgeyi gezmeye başladık. Merkez istasyonun bulunduğu bölge, Amsterdam'in turizm merkezi diyebiliriz. İki adımda bir karşınıza çıkan "cafe"lerden etrafa yayılan koku, ilk başta çok rahatsız etse de zaman içinde alışılıyor ve temiz havayı solumak insana garip gelmeye başlıyor. Bir sokaktan diğerine geçerken karşınıza çıkan kanallar, değişik mimarideki köprüler ve pasta gibi evler şehrin en güzel ayrıntıları. Tabii ister istemez, yolumuz meşhur Red Light District'e de düştü. Ne abartıldığı kadar çirkin, ne de görmek için o kadar yola değecek bir yer burası.

Bu bölgedeki ara sokaklarda gezerken duraksar ve bir de harita çıkarırsanız cebinizden, yanınızda çeşitli adamların belirmesi ve yardımcı olmaya çalışmaları an meselesi. Bu insanlardan bir an evvel uzaklaşmak, yapılması gereken tek hareket, zira kendilerinin pek tekin olmadığını, Hollanda'lılar bile söylüyor. Amsterdam'ın güneyine doğru gidildiğinde ise, çok daha farklı bir bölgeyle karşılaşıyor insan. Nezih semtler, yürürken kendinizi güvende hissettiğiniz sokaklar, birçok müzenin bulunduğu MuseumPlein, sanki bambaşka bir şehirdeymiş gibi hissettiriyor.

Gittiğim her ülkenin yeme-içme kültürüyle yakından ilgili olduğum için, çevremde bulunan insanların nasıl beslendiğini de inceledim. Öğlenleri genelde peynir ekmek gibi pratik çözümlerle idare ediyorlar. Ama ne peynir, lezzeti anlatmakla bitmez. Meşhur peynir markaları, Old Amsterdam'ın üretildiği ve paketlendiği firmayı da gezme fırsatı buldum. Peynirleri yaşlandırdıkları tesis ve devasa depoları gerçekten görmeye değer. Peynirle birlikte salatayı da ihmal etmiyor Hollanda'lılar, bundan dolayı öğle yemekleri büyük bir zevkti benim için. Hollanda'daki yemeklerden bahsederken, dev patates kızartmalarından söz etmemek haksızlık olur. Kocaman boyları ve inanılmaz lezzetiyle akılları baştan alıyor. Bu yerel lezzetlerin yanında, tüm dünya mutfaklarından örnekler bulmak mümkün. Benim en çok rastladığım mutfak İtalyan'dı ve oldukça başarılıydı.

Amsterdam ile ilgili beni en çok şaşırtan konu ise, insanların İngilizce konuşma oranıydı. Muhatap olduğum sayısız insanın hepsi, çok akıcı İngilizce konuşuyordu. İngilizce eğitimin yaygın olduğunu biliyordum ancak gencinden yaşlısına bu kadar iyi İngilizce konuştuklarını tahmin etmiyordum.

Amsterdam'ı kendimce anlatmaya çalıştım, biraz da resimler konuşsun.

13 Ekim 2009 Salı

Büyük şehirde yaşam

İstanbul gibi bir şehirde yaşıyorsanız, sürekli yaşadığı şehirden şikayet eden ancak ondan da vazgeçemeyen birçok insan görürsünüz. Sanırım bu, İstanbul gibi büyük şehirde yaşayan insanların benzer bir alışkanlığı. Londra, Paris, New York; hepsinde benzer durum sözkonusu. Şikayet, birinde trafikse, diğerinde kalabalık, bir diğerinde ise gürültü veya güvenlik problemi olabiliyor. Ben, şikayetlerin yanında, bizi büyük şehirlere bağlayan gerçeklerden, yani büyük şehirlerin güzel yanlarından bahsetmek istiyorum.

Büyük şehirlerin en büyük avantajı, hiç şüphesiz, ülkedeki önemli olayların bu şehirlerde gerçekleşmesidir. Uluslararası spor müsabakaları, konserler, sergiler ve diğer birçok aktivite genelde büyük şehirlerde gerçekleşir. Ekonominin kalbi bu şehirlerdir. Yaşaması çok masraflı olsa da en iyi şirketler, en istenilen işler yine bu şehirlerde yer almaktadır. Dış dünyaya açılan kapıdır; havaalanları en çok bağlantının yapıldığı yerdir çünkü. Turistleri kendine çektiği için bu şehirler, yabancı ülke insanlarıyla devamlı surette iletişim halinde olunabilir, değişik kültürler öğrenilebilir.
Büyük şehirler herkese, kendine göre bir dünya sunar. Dar gelirlisi de, zengini de kendini eğlendirme yolunu bulur. En çeşitli eğlence hayatı bu şehirlerde bulunur. Sürekli göç aldığı için, şehrin yerlisi olmayan dahi kendi yöresinin yemeğini yiyebilir, memleketlisini bulabilir, hoşbeş edebilir. İşte bu yüzden de renklidir büyük şehirler. Her renk bulunur... Güne başlarken günün getirecekleri önceden kestirilemez. Farklıdır büyük şehir, bağlar kendine adamı, vazgeçilmez yapar...

Şikayet ederken güzelliklerin de farkına varmak, bizi, sadece daha mutlu yapar... Mutluluktan korkmayalım, şehrin tadına varalım...

12 Ekim 2009 Pazartesi

Sanat

11.Uluslararası İstanbul Bienal'inin bir bölümünü, sonunda gezme fırsatı buldum ve yine, kafamda aynı soru belirdi.
Sanat nedir?

Bertolt Brecht'in meşhur '3 Kuruşluk Opera'sındaki "Denn wovon lebt der Mensch?" (İnsan neyle yaşar?) isimli şarkısının tema olarak alındığı bienalde, Türk ve yabancı birçok sanatçının değişik eserleri sergileniyor. Eserlerin bazıları oldukça değişik ve sınırları zorlayıcı, bundan dolayı sanat kavramının ne ifade ettiğini soruyor insan kendine devamlı. Bienal'i gezen birçok kişinin de, bu sorunun cevabını aradığına eminim. Canan Şenol'un "Çeşme"si, Margaret Harrison'un "Evişçileri", Yüksel Arslan'ın çimen, sabun, bal ve çeşitli vucut sıvılarıyla yaptığı eserleri ve Hans-Peter Feldmann'ın "Ekmek" isimli içi yenmiş bir dilim ekmeği sergilediği çalışması, kimine göre 'çok büyük birer sanat eseri', kimine göre 'bir konu hakkında fikir belirtmek isteyen birinin kullandığı araç', kimine göre ise 'bir kağıda çizgi çekiyorlar, sanat diye adam kandırıyorlar'.

Anlaşıldığı üzere herkesin sanattan anladığı şey farklı. Ben de kendime sordum, sanattan ne anlıyorum acaba diye ve ortaya çıkanları şu şekilde özetledim:
Sanat yaratıcıdır. Yapılmamışı yapmış, söylenmemişi söylemiş olmalıdır. Sanat görecedir, herkese farklı anlam ifade edendir. Sanatta üstünlük yoktur, daha güzel, daha iyi yoktur.. Hepsi farklıdır çünkü, karşılaştırma yapılamaz.. Sanatın değerini belirleyen; bakanın, duyanın, okuyanın kendisidir ve herkese göre farklıdır bu değer... 'Özgürlük ve yaratıcılığın şekil bulması' şeklinde tanımlasam da sanatı, bazen de bir bedel karşılığında aidiyeti bir kişiye verilendir. Oysa sanat herkesle paylaşılmalıdır, paylaştıkça güzelleşir. İşte bu yüzden bir çelişkidir sanat... Eğriyi düzü, doğruyu yanlışı barındırmayandır... Sanatçının elinden çıktıktan sonra artık sanatçının olmayandır...

Herkesin kendi sanat açısını* keşfetmesini önerir, yazımı, sanat üzerine söylenmiş 2 güzel sözle sonlandırmak isterim.

"Bir millet sanattan ve sanatkârdan mahrumsa tam bir hayata malik olamaz... Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir" Mustafa Kemal Atatürk

"Hayatı sanattan üstün tutarım, sanat onu yalnızca süsler" Johann Wolfgang von Goethe

* Sanat açısı: Sanatla ilgili, herkesin kendi penceresine verdiğim isim. Sözlüklerde bir karşılığı yoktur, kendi üretimim.

9 Ekim 2009 Cuma

Kampüste Çıplak Ayaklar

Her filmden sonra kendi kendime düşünürüm. Görmeye değer mi yoksa değil mi diye. Öyle ki, beğenmediğim bazı filmleri dahi, bir sinemasever görmeli diye nitelendirdiğim olmuştur. Bu film için ise karar veremiyorum.

Görüntüler güzel, değişik çekim açıları yakalanmış. Mekanlar şahane. Kampüs olsun, seyahat edilen yerler olsun, çok güzel. Oyuncular başarılı, özellikle Laçin Ceylan'ı ayakta alkışlıyorum. Tabiri caizse, Oscar'lık bir oyun sergilemiş, içimi titretti filmin sonlarındaki sahnesinde.
Buraya kadar herşey güzel; problem senaryoda başlıyor. Senaryo yazarlığı eğitiminde verdikleri ilk ders, filmde bir tepe noktası olmalı; yani bir vaka olmalı ki izleyici neyin devamını izleyeceğini anlayabilsin, kendini kaptırsın. Filmde böyle birşey beklemeyin, pek bir olay olmuyor. Bir grup gencin, 1 sene boyunca yaşadıklarını görüyoruz sadece.
İnsanların hayatını bize izleten filmleri severim aslında.. Kendi halinde ilerler film.. Sizi sıkmaz, takibi kolaydır.. Ancak mutlaka bir vaka gelişir ve devamında olanları izlersiniz. Sonunda sizi mutlu eder, sonu her nasıl olursa olsun. 'Başka insanların hayatlarında bunlar yaşanıyor' deyip sizi geliştirir. Bu filmde ise bu duygulara kapılamadım, nedeni de birçok sahnenin gereksiz şekilde filmde yer alması ve olay örgülerinin birbirinden kopuk ilerlemesi. Bundan dolayı filmde ısınamadım, kendimi kaptıramadım.

Filmdeki diyaloglar ve yeri geldiğinde sahneyi alan sessizlik, filme çok yakışmış, gayet başarılı. Ah o gereksiz sahneler olmasa.. Onlar olmasa çok daha fazla beğeni kazanabilirdi film.

8 Ekim 2009 Perşembe

Evlilik = Saygınlık mı?

Geçen hafta Fransız bir erkek arkadaşımla konuşuyorduk. Kendisi aile şirketlerinin yönetimini yeni devralan, 30'larının başlarında bir iş adamı. Şirketlerini kendisi yönetmeye başladığından beri babasıyla yaşadığı problemleri ve fikir ayrılıklarını anlatırken, babasının ona tam güvenemediğinden, halen şirketi kendi yönetiyormuş gibi davrandığından şikayet etti. Ve sonra şu cümle döküldü ağzından.. 'Evli olsaydım daha farklı olurdu'
Arkadaşım, evli olsaydı babasının ona daha çok güveneceğini, toplum içinde statü olarak imajının tamamlanacağını ve belki de şirketlerinde çalışanlar tarafından daha fazla saygı göreceğini düşünüyor.

Bu durumdan genellikle ülkemizdeki kızların muzdarip olduğunu düşünen ben, yabancı bir erkekten bunu duymanın şokuyla, konuyu daha derinden incelemeye karar verdim. Sadece ülkemizde yaşandığını düşündüğümüz bazı toplumsal çelişkiler aslında dünyanın heryerinde aynı. Evde kalma, erkeğin soyadını alma vb gibi.. Artık bu küreselleşmeden mi kaynaklanıyor yoksa insanoğlu ve toplumla alakalı bir konu mu bilemiyorum ancak sosyal konumla alakalı yargılar, bizi gerçekten istediğimiz şeyleri yapmaktan soğutuyor ve belli bir kalıba girme zorunluluğu hissettiriyor. Evlilik konusu da benzer bir olay. Bekar biri, cinsiyeti ne olursa olsun, evli çiftlerin bulunduğu ortamlarda rahat barınamıyor ve pek kabul görmüyor. Kızların çoğunun sevdikleri için değil de evli bir bayan olarak toplumda yerlerini sağlamlaştırmak için evlendiği günümüzde, erkeklerin de bu yanlışa düştüklerini görüyoruz. Ancak onları suçlayabilir miyiz?
Orta veya üst düzey yönetime gelmiş bir erkek, patronun eşli yemek davetine giderken tek başına gittiğinde, insanlar ya acıyor ya da o kişinin kesin bir problemi olduğunu düşünüyor. Veya Fransız arkadaşımın başına gelen durum gibi, eğer evli değilseniz, yeterince büyümediğiniz düşünülüyor. Bu düşünce neticesinde; ayrı eve çıkmak, terfi almak, aile içi saygı görmek biraz hayal oluyor.

Evlilik ve çocuk sahibi olmak, doğanın ve maalesef toplumun bir kuralı olsa da, insanların hayatlarını istediği gibi yaşamak ve hayatlarıyla ilgili önemli kararları ancak emin olduklarında almak istediklerinin kabul gördüğü ve insanların birey olarak saygı gördüğü bir toplumda yaşamak dileğiyle...

Hakkımda

Fotoğrafım
Instagram:@stylishtimes Snapchat:@astylishtimes Twitter:@AysheRose

İzleyiciler