31 Aralık 2009 Perşembe

Yeni yıl kararları

Bir yıla veda ederken, yeni yıldan beklentilerimizi düşünmeye ve bunların gerçekleşmesi için umut beslemeye başlarız. Aslında sadece bir rakam değişikliği olacaktır, ancak umut biz insanlar için her şey, bu sebeple, geride bıraktığımız yıl yaşanan hayal kırıklıklarının o yılda kalmasını ve istediğimiz birçok şeyin yeni yılda gerçekleşmesini ümit ediyoruz.

Geleceğimizle ilgili planlarımızı gerçekleştirmemizi sağlayacak çalışmalara başlama kararları, hep yapmak istediğimiz ancak fırsat bulamadığımız seyahatleri planlamak, hobilerimize daha fazla zaman ayırmak gibi planlar, yeni yılla birlikte oluşan motivasyonumuzu doğru kanallarda kullanmak adına başarılı örnekler... Ancak, çevremde gördüğüm asıl eğilim, yeni yıldan bir aşk, bir eş veya yeni bir iş ummak. Bu işlerin sadece dilemek ve beklemekle olmadığı aşikar... Bununla birlikte, mutluluğu bu dileklerinin gerçekleşmesine bağlamak, tam manasıyla abesle iştigal... Kim bilebilir iş değiştirmenin mutluluk getireceğini veya evlenince çok daha güzel bir hayata sahip olunacağını...

Hayattan en büyük beklentinin "mutluluk" olduğunu varsayarsak, mutluluğu, gerçekleştiğinde erişeceğimize emin olmadığımız hedeflerde aramamak, bunun yerine, bir film veya bir sohbetin de bizi mutlu edeceğini fark edip, kendimizi, gerçekleşmesi elimizde olmayan ve sonucunda ne olacağını kestiremediğimiz hayallerin esiri etmemek, bu seferki yeni yıl kararımız olsun.

.

25 Aralık 2009 Cuma

Kim ne derse desin

Soğuk bir Paris sabahı, Rue du Bac'ta hızlı adımlarla yürürken, orada yaşayan bir kız arkadaşıma rastladım. Son görüşmemizin üzerinden yıllar geçtiği için uzun bir hasret giderme sonrası karşımıza çıkan ilk kafeye oturup sohbete başladık. Ancak sohbetten ziyade ilgimi asıl çeken olay, Aslı'nın kılık kıyafetiydi. Vatkalı deri ceketi, yırtık kot pantalonu ve ayağındaki burnu açık botlarıyla değişik bir hava yaratmıştı kendisine. Hemen sordum tabii 'Sen hiç böyle giyinmezdin, nasıl oldu da böyle kendine has bir tarz yarattın?' diye. Benim zevkime uymasa da kıyafeti, farklı olması hoşuma gitmişti. 'Doğru diyorsun, ben burada rahatım, kimse dönüp bakmıyor bile. Baksa da tanımıyorum kimseyi, o yüzden canım nasıl istiyorsa öyle giyiniyorum. Tabii İstanbul'a döndüğümde yine eski halime dönüyorum. Orada insanlar ters ters bakıyor, utanıyorum' diye cevapladı. Önce şaşırdım ama sonra kendi kılığıma bakınca Aslı'ya hak verdim. Üzerimde yıllar evvel yine Paris'ten aldığım ama şimdiye kadar, nedendir bilinmez, giyemediğim tasarım bir elbise ve kafamda kadife fiyonklu bir taç. Sonra düşündüm kendi kendime, niye yurt dışına gittiğimde giyim kuşamda oldukça yaratıcı olabiliyorken, kendi ortamımda sıradan olmaya çalışıyorum diye. Cevap basitti aslında. Ne kadar kendime güvenim yerinde de olsa, toplumda çok ilgi çekmemeye ve mümkünse kimseden bir tepki almamaya çalışmak, bir nevi kendini topluma kabul ettirme çabasıydı bu.

Aynı günün akşamı, St.Germain bulvarında eve doğru yürürken yolda beyaz saçlı bir adama rastladım. Bir anda çığlık attım 'Evet, bu o' diyerek.. Bembeyaz uzun saçları, deri eldivenleri ve hiç çıkarmadığı güneş gözlüğüyle dibimde duruyordu Karl Lagerfeld. Bir heykel gibi soğuk görünen ancak konuştuğunda yakın arkadaşınızmış gibi sıcak olan, farklı olmaktan çekinmeyen, içindekini, aklındakini olduğu gibi ortaya koyan ve kendini marka yapmayı başarmış bir isim Karl Lagerfeld.
İş hayatımızda bir marka yaratırken, yeni bir ürün çıkarırken, illa farklılığı hedefleyen bizler, iş kendimize geldiğinde bir o kadar korkak ve çekingen kalıyoruz. Ancak kendinden marka yaratan Karl Lagerfeld ve diğerleri, korkmanın aksine, farklı olmalarıyla başarıya ulaşıyorlar.

Moda dünyasından yola çıktım ancak topluma uyum sağlama çabası sadece giyim kuşamla veya ülke ile sınırlı değil. Bir İngiliz arkadaşım, çok beğendiği bir Alman arkadaşının ilgisine cevap veremiyor, nedeni ise adamın ondan yaşça oldukça büyük olması. Zor bir durum olduğuna hemfikirim ancak 'Kendi ülkemden başka bir yerde yaşasaydım, muhtemelen isterdim bu ilişkiyi' demesi, bizdeki 'Ailem veya arkadaşlarım ne der' endişesini çağrıştırdı bana.

Anlaşıldığı üzere, büyük bir çoğunluk, toplumda onaylanma ve kabul görme telaşına düşüp belli kalıplarda sürdürüyor hayatını. Oysa ki başkalarının istediği hayatı yaşamayı bırakıp, kendi doğrularımızı takip etmek ve bunu başarmak için biraz cesaret, bizi çok daha başarılı ve mutlu yapacaktır hayatta.

11 Aralık 2009 Cuma

Geçip gidememek

Günlerdir uğraşıyorum eski resim ve kıyafetlerden kurtulmaya... Onlara veda etmek öyle zor ki... Belki biraz tembellik, biraz da bağımlılıktan dolayı şu hayatta hiçbir şeyle kolay vedalaşamıyorum. Bu yüzden de ofis masamda 2005 yılına ait fakslara, evdeki dolabımda yıllar öncesinin kıyafetlerine ve bilgisayarımda artık iş dahi yapmadığım insanların postalarına rastlanabilir... Ama bu durum beni korkutmuyor çünkü günün birinde ya bilgisayar çöküyor ya da aileden biri daha fazla bu duruma katlanamayıp, olaya müdahale ediyor ve sorun bir şekilde çözüme ulaşmış oluyor.

Benim asıl derdim insanlardan kopamamak... Dönem dönem bazı insanlarla sık görüşüp daha sonra iş veya yaşanılan şehir dolayısıyla iletişimde kopukluk olsa da, o insanlarla tekrar görüşüldüğünde aynı sıcaklık yaşanabiliyor. Peki ya eski aşklar öyle mi? Toplumda genelde yaşanan ve aslında yaşanması uygun bulunan; ayrılık sonrası tamamen kopmak... Ne münasebet diyeni olsun, aşk bittiyse ne gereği var görüşmenin diyeni olsun, birçok insan sevgilisi ile yolları ayırınca hayatından tamamen çıkarmakta bir sakınca görmüyor. Burada benim çözemediğim konu şu: Aylarca, bazen yıllarca hayat arkadaşımız haline gelen bu insanlarla, bir nedenden ötürü ayrı düşünce, hayatımızdan tamamen çıkarabilmeyi nasıl başarırız? Ve tabii ki, hayatımızdan tamamen çıkarmak zorunda mıyız? Kafa dengi bir arkadaş bulmanın bu kadar zor olduğu bir dönemde, aşk bitti diye arkadaşımıza da elveda demek zorunda mıyız?

Sezen Aksu hislerime tercüman olmuş..
"Ben bu yüzden hiç kimseden gidemem gitmem... Unutamam acı tatlı ne varsa hazinemdir"....

7 Aralık 2009 Pazartesi

Bu ne yaman çelişki

İnsanları, çok bilen ve bildiğini her fırsatta belli eden, çok bilen ancak bunun reklamını yapmayıp ancak gerektiğinde bu vasfını ortaya koyan, hiçbirşey bilmeyip çok biliyormuş gibi gösteren ve bir konuda bilgi sahibi değilse biliyormuş gibi davranmayan olarak 4'e ayırabiliriz.

Son 2 sınıf için söylenecek pek birşey yok; bilmediğini kabul edeni dürüstlüğü için tebrik etmek ve içi boş olan makyajlıları kınamak dışında. Ancak bilgi sahibiyseniz eğer, işte o zaman yandınız... Bildiğini göstersen bir türlü, göstermesen başka tür dert.

Yaşamları boyunca kendini gelişime adamış, birçok konuda bilgi sahibi olmak için uğraşmış ve kendilerini belli bir entellektüel düzeye getirmiş insanlar, çok ince bir çizgiyle ayrılmış hassas bir dengenin içine giriyorlar toplum içinde. Kendini övmemenin, takdiri başkalarının yapması gerektiğinin altı çizilse de devamlı, bazen fazla tevazu sonucu, insanlar hakettikleri yere gelmek bir yana dursun, yıllarca emek verdikleri birikimleri de hiçe sayılabiliyor. Bu konuda sevdiğim bir söz 'Fazla tevazu gösterme, gerçek sanarlar'. Çevredekilerin sizi keşfetmesi, sonucunda tebrik etmesi ve size değer vermesi çok güzel olsa da maalesef bu rekabetçi devirde, herkes önündekinin üstüne basıp bir basamak daha yükselmeye çalışıyor ve siz değerinizi belli edemeden yok olup gidiyorsunuz. Öte yandan, kendini insanlara devamlı surette anlatmaya çalışmak, oldukça itici ve ukala bir tavır olarak algılanabiliyor. Çevremizde sürekli görüyoruz, her fırsatta kendi başarılarını anlatmaya çalışan, birçok soruyu bitirdiği okullara ve kariyerine bağlayan insanları... Bu nedenle oldukça hassas bir çizgi bu; ukalalığa kaymadan kendi değerinizi anlatabilme becerisi. Tabii insanların bu konuda git gide daha agresif olmasının önemli bir nedeni de, ortalığın yalancı başarı öyküleriyle dolu olması. "İmaj herşey, gerçek hiçbir şey" diyerek kendini ortaya atan insanların arasından sıyrılmaya çalışan birçok bilgili insan da, maalesef, kendine her geçen gün ukala ve itici insanlar sınıfında yer buluyor.

Bu nedenle kendimizi geliştirmeye devam ederken, yüksek çıkan seslere aldırış etmeden kendi değerimizi bilmeli ve insanlara itici gelmeden toplumda kendimizi kabul ettirebilmeliyiz.

10 Kasım 2009 Salı

Mektup

Atam,

Bu sabah, her 10 Kasım'da olduğu gibi, saat 9'u 5 geçe sirenler çaldı, bayraklar yarıya indi. Seni anıyoruz bugün, yokluğuna halen alışamamış bir halde... Okuldayken şiir okurdum hep 10 Kasım'larda.. Büyüyünce tabii şiir faslı bitti... Seni okuduklarımda, izlediklerimde ve her zaman aklımda anmaya devam ettim. Ama bu sene farklı olsun istiyorum ve geçen yıllar içinde neler yaptığımı anlatmak, sana ve senin kurduğun bu yüce ülkeye layık olup olamadığımı senin değerlendirmeni istiyorum. Şiir okumamın yerine geçer mi bilmem ama yazmakta da fena değilmişim, öyle diyor arkadaşlarim.

Okudum ben, öncelikle bunu söyleyeyim Atam. Üniversite bitirdim, iş sahibi oldum. Okumaya da devam ediyorum, hayat biter, eğitim bitmez... Ülkemi her fırsatta temsil ediyorum yurtdışında... Hala soruyor bu yabancılar; kadınlar rahat çalışabiliyor mu? nedir toplum icindeki durumlari? diye... Sabırla anlatıyorum, dünyada kadınlara seçme ve seçilme hakkini veren ilk ülkelerden biriyiz, ülkemizde calışan kadın çok diye... Halen soruyorlar bizim memlekette çarşaf mı giyiliyor diye, kılık kıyafet kanunu var bizde, diyorum, şaşırıyorlar. Bıkmadan usanmadan anlatıyorum onlara gerçek Turkiye'yi Atam. Senin bizlere emanet ettiğin bu güzel vatanı ve çağdaş Türk kadınını...

Selanik'e gittim, doğduğun evi gördüm. Çok güzel bir müze olmuş, çok duygulandım tabii gezerken. Çok güzel bir bahçe içinde ev. Bize çok anlattilar o evi, Selanik'te doğdu Atamiz 1881'de diye. Çok sevindim yıllarca hakkında kitaplar okuduğum evi görünce. Anıtkabir'e de gittim, çok hem de. Her gidişimde bir duygu seli tabii tahmin edeceğin gibi. Zor be Atam, senin yokluğunda seni yaşatmaya çalışmak güzel olsa da, istiyor insan biraz konuşmak, fikir almak... Ben konuşuyorum gerçi seninle, beni duyduğuna emin olarak... Acaba şu an, 'Sil kizim gözyaşlarını, devam et anlatmaya, merak ediyorum baska neler oluyor' diyor musun?

Bir sergi açıldı yeni, Atatürk'ün güldüğü resimler diye. Televizyonda gördüm bazı resimleri, gideceğim elbet görmeye. O resimlerde senin mutlu olduğun anları görmek beni de mutlu etti. Atam bizim icin ugraşıp didinirken mutlu zamanları da olmuş dedim kendi kendime...Bir insanin gerçekte görmediği; bırak görmeyi, aynı dönemde yaşamadığı bir insana bu kadar sevgi duyması ne tuhaf... Hic göremeyecek olmak da bir o kadar acı... Seni, uzaktan da olsa görebilmiş olan Anneannemle gecen gün konuşuyorduk, seni ilk nasıl gördüğünü anlattı ve vefat haberini nasil aldığını... Henüz küçücük bir çocukmuş, hüngür hüngür ağlamış acı haberi alınca... 71 yıl sonra, hala ağlıyoruz arkandan Atam, yokluğuna alışmak zor...

"Beni görmek demek, mutlaka yüzümü görmek demek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız, bu kafidir." demiştin ya Atam... Akarken gözyaşlarım sessizce, seni hiç unutmayacağıma ve ilkelerini takip ederek, bu vatana layık bir evlat olarak yaşayacağıma söz veriyorum. Nur içinde yat Atam. Seni çok seviyorum...

Coco Chanel / "Güçlü" bir kadın

Coco Chanel'in, Chanel imparatorluğunu kurmadan önceki hayatını anlatan Coco avant Chanel filmini sonunda izleme fırsatı buldum. Audrey Tautou, sevimliliği ve başarılı oyunuyla, Coco'yu bana ve arkadaşlarıma çok sevdirdi. Film de gerçekten izleyiciyi sıkmadan, o dönemde erkeklerin kadına bakış açısı üzerinden bilgiler vererek, güçsüz Coco'nun azimle ideallerine ulaşmasını çok güzel anlatıyor.

Evet, Coco ideallerine ulaşıyor ve erkek egemenliği altında yaşayan, kadınları bir işi beceremeyen süs bebeği gibi kabul etmiş bir toplumda, kendi ayakları üzerinde durmayı başarıyor, kendi işini kuruyor ve modada bir devrim yaratıyor. Peki ya aşk? Fırtınalı aşklar yaşasa da Coco, sonuçta yalnız ve aşktan yana mutsuz veda ediyor hayata. Çünkü Coco dik kafalı, özgürlüğüne düşkün ve bir erkeğin, üzerinde hakimiyet kurmasını kabul etmek istemiyor. Peki eşit şartlara sahip iki insan mutlu olamaz mı?

Bu olaylar yıllar evvel Fransa'da cereyan etmiş olsa da, günümüzde Ally McBeal, Sex and the City gibi dizilerde de bolca işlendiği üzere, güçlü kadının aşkta şansının az olduğu halen süregelen bir konu. Erkeklerin, kadının başarısını tehdit unsuru olarak görmeyip aksine, eşini/kızarkadaşını desteklemesi, kadının da bu konularda kompleks sahibi olmayan ve sevdiği insanın başarısıyla gurur duyacak bir erkeği seçmesiyle, "güçlü kadın"ın işte olduğu kadar aşkta da başarıya ulaşması olası.

Böyle bir erkek yok diyorsanız, cevabım: Kesinlikle var.
Bulamıyorum diyorsanız, cevabım: Aramayın, o sizi zaten bulacaktır.

31 Ekim 2009 Cumartesi

Hayali arkadaşlar

Hepimiz hayal kırıklığı yaşıyoruz arkadaşlıklarımızda...

Bu konu hakkında çok kafa yorup, bunun nedeninin yüksek beklentiler olduğunu düşünmüş ve çözümü orada aramıştım. Hatta bundan dolayı insanlardan beklentimi en aza çekmiş ve birinden ufak bir iyilik gördüğümde mutlu olmayı, ters bir hareket gördüğümde de, bir beklentim olmadığından mütevellit, hayal kırıklığı yaşamamayı başarmıştım. Ancak son zamanlarda fark ettim ki, beklentiler aslında fazla birşey ifade etmiyor. Sorunun kökü, bu beklentilerin içine nasıl girdiğimizde saklı .

Olay, o insanı hayatımızda boş olan yeri doldurma amaçlı gündeme almakta, yani o insanı alıp hayatımızdaki boşluğa göre şekillendirerek o boşluğu doldurmakta başlıyor. Diyelim ki biriyle tanışıyoruz ve konuşmalarından, yapmaktan zevk aldığı şeylerden kendisi ile ilgili bir görüşümüz oluşuyor. Hemen kendisini hayatımızda bu tip bir arkadaşlık için ayrılmış boşluğa yerleştiriyor, o boşluğa uygun hale getirmek için şekillendiriyor ve kafamızda yarattığımız o kişi gibi davranmasını bekliyoruz. Aksi yönde bir davranış geldi mi gerginlikler, mutsuzluklar, peşi sıra karşımıza çıkıveriyor. Bu sayede bir süre mutlu mesut ilerleyen ilişkiler, bir anda karşı tarafın, hayalinizde olmasını istediğiniz şekilde davranmamasıyla gerilip, kopabiliyor.

Oysa, hayatımızdaki insanları oldukları gibi kabul edip ona göre davransak, yıllarca zaman ve emek verdiğimiz ilişkilerimiz çok daha sağlam ilerleyecek. Bu nedenle, diyorum ki; kendi yarattığımız, "hayali arkadaşlarımız"a veda edelim ve arkadaşlıklarımızı, gerçek dünyada sağlam şekilde yaşayalım.

26 Ekim 2009 Pazartesi

Aşk-ı Memnu

Sıkı bir yerli dizi izleyicisi olmadığım için daha evvel dizilerimizle ilgili bir yazı yazmayı hiç düşünmemiştim, ancak yazılarımı çok seven bir arkadaşım, Aşk-ı Memnu dizisi ile ilgili yorumlarımı yazmamı istediğinden beri düşünüyorum, nereden başlayacağımı bulabilmek için.

Bilindiği üzere Aşk-ı Memnu, Halit Ziya Uşaklıgil'in bir romanı. Bu başarılı, başarılı olduğu kadar da meşhur roman, dizi olarak yeniden çekilmesiyle tekrar hayatımıza girdi. Kadro sağlam; Nebahat Çehre ve Selçuk Yöntem gibi kendini yıllar önce kanıtlamış oyuncuların yanında genç ve çok sevilen Beren Saat ve Kıvanç Tatlıtuğ yer almakta. Dizinin bir önceki versiyonunda oynayan Müjde Ar ve Salih Güney, genç oyuncuları ilk başlarda bir hayli ağır eleştirse de, günler haftalar birbirini izledi ve sonuçta bu dizi, devamlı surette yüksek izlenme oranıyla büyük başarı elde etti. Peki neydi bu başarının sırrı? Üzerinde benzeri emekler verilmiş birçok dizi yayından kaldırılırken, bu dizi nasıl bu kadar başarılı oldu?

Öncelikle hikayenin birçok yönü izleyiciyi ekrana bağlayacak cinsten. İçinde aşk ve türlü dalavereler var. Oyuncuların seçimi ve başarılı oyunları da inandırıcılığı artırmakta. Tecrübeli oyuncuları anlatmaya gerek yok, zaten hepsi görevlerini layıkıyla yerine getiriyor. Kıvanç Tatlıtuğ, bu dizi sayesinde, sadece güzel bir yüz değil, aynı zamanda çok da iyi bir oyuncu olduğunu ispatladı. Yeri geldiğinde nefret ettiğimiz bir çapkın, yeri geldiğinde ise haline üzüldüğümüz genç bir çocuk. Gerçekten çok başarılı. Keşke Bihter karakterini oynayan Beren Saat için de aynı yorumları yapabilseydim. Maalesef, kendisinin daha çok çalışması lazım, ancak, önemli sahnelerde bize duyguyu iletmekte zorlansa da, genel olarak Bihter için verilmek istenen şımarık ve hırslı havayı yansıtabiliyor, bundan dolayı çok sırıtmıyor kadroda.
Dizinin, insanları ekrana bağlayan diğer güzel yanları ise güzel ve bakımlı kadınlar, şık kıyafetler ve gösterişli yaşam tarzı. Kanallarımızı, dert ve keder dolu dizilerin sardığı bir dönemde karşımıza çıkan Aşk-ı Memnu dizisi, gerçekten bir göz ziyafeti çekiyor bizlere.

Gerçek hayatta tasvip edilmeyecek hassas konuları gündeme getirip bizleri düşünmeye sevk etmesiyle, aşk, ihanet, para gibi konuların sadece günümüzün meseleleri olmadığını bize gösteren Aşk-ı Memnu, ne mutlu ki bu dizi uyarlamasıyla yeniden hayatımıza girdi ve bizlere her hafta, Firdevs Hanım'ın gençlere taş çıkaracak güzelliğini, Beşir'in içinde kopan fırtınaları, Nihal'in çocuksu duygularını, Adnan Bey'in saflığa varan nezaketini ve Behlül'ün masmavi gözlerini izleme fırsatı vererek, hayatımızda unutulmayacak bir yer etti.

19 Ekim 2009 Pazartesi

Amsterdam

Sık seyahat eden biri için, yeni bir ülkeye gitmek, her zaman yaşanabilecek bir olay olmaktan çıkıyor. Bundan dolayı da sürekli aynı yerlere gitmek heyecan vermiyor insana...

Görmediğim bir yere gitmenin heyecanı, biraz sevinç biraz da endişe içerir, acaba sevecek miyim veya görülmesi gereken yerleri görebilecek miyim diye. Bilmeyince gideceğim yeri ve araştırma yapacak vaktim de yoksa, iyice strese girerim. Bir de havası suyu nasıldır bilemiyor insan, etraftan duyduklarına göre hazırlıyor eşyalarını ve sonuç; 30 kg gelen bavullar, giyilmeyecek birçok eşya ve bunları taşıma eziyeti...

Yine böyle bir seyahatte, 8 C dereceye göre hazırlanmış bir bavulla Amsterdam'a vardık. Hava bulutlu ancak oldukça ılıktı. Aynı hatayı Haziran ayında Moskova'ya giderken de yapmış, herkes sandaletlerle gezerken ben kalın botlarla idare etmek zorunda kalmıştım. Amsterdam için baharda bile çok soğuk olur diyen arkadaşlarım, asıl mevzudan; yani arada bir fırtına şeklinde yağan yağmurdan bahsetmeyi atlayınca, hediyelik eşya dükkanlarında satılan, bir kez açıldıktan sonra bir daha kapanmayan şemsiyelere mecbur kaldık. Turistik amaçlı bir seyahat olmadığı için, boş günümüzü dolu dolu değerlendirelim diye hemen bir harita aldık ve otelimizin bulunduğu bölgeyi gezmeye başladık. Merkez istasyonun bulunduğu bölge, Amsterdam'in turizm merkezi diyebiliriz. İki adımda bir karşınıza çıkan "cafe"lerden etrafa yayılan koku, ilk başta çok rahatsız etse de zaman içinde alışılıyor ve temiz havayı solumak insana garip gelmeye başlıyor. Bir sokaktan diğerine geçerken karşınıza çıkan kanallar, değişik mimarideki köprüler ve pasta gibi evler şehrin en güzel ayrıntıları. Tabii ister istemez, yolumuz meşhur Red Light District'e de düştü. Ne abartıldığı kadar çirkin, ne de görmek için o kadar yola değecek bir yer burası.

Bu bölgedeki ara sokaklarda gezerken duraksar ve bir de harita çıkarırsanız cebinizden, yanınızda çeşitli adamların belirmesi ve yardımcı olmaya çalışmaları an meselesi. Bu insanlardan bir an evvel uzaklaşmak, yapılması gereken tek hareket, zira kendilerinin pek tekin olmadığını, Hollanda'lılar bile söylüyor. Amsterdam'ın güneyine doğru gidildiğinde ise, çok daha farklı bir bölgeyle karşılaşıyor insan. Nezih semtler, yürürken kendinizi güvende hissettiğiniz sokaklar, birçok müzenin bulunduğu MuseumPlein, sanki bambaşka bir şehirdeymiş gibi hissettiriyor.

Gittiğim her ülkenin yeme-içme kültürüyle yakından ilgili olduğum için, çevremde bulunan insanların nasıl beslendiğini de inceledim. Öğlenleri genelde peynir ekmek gibi pratik çözümlerle idare ediyorlar. Ama ne peynir, lezzeti anlatmakla bitmez. Meşhur peynir markaları, Old Amsterdam'ın üretildiği ve paketlendiği firmayı da gezme fırsatı buldum. Peynirleri yaşlandırdıkları tesis ve devasa depoları gerçekten görmeye değer. Peynirle birlikte salatayı da ihmal etmiyor Hollanda'lılar, bundan dolayı öğle yemekleri büyük bir zevkti benim için. Hollanda'daki yemeklerden bahsederken, dev patates kızartmalarından söz etmemek haksızlık olur. Kocaman boyları ve inanılmaz lezzetiyle akılları baştan alıyor. Bu yerel lezzetlerin yanında, tüm dünya mutfaklarından örnekler bulmak mümkün. Benim en çok rastladığım mutfak İtalyan'dı ve oldukça başarılıydı.

Amsterdam ile ilgili beni en çok şaşırtan konu ise, insanların İngilizce konuşma oranıydı. Muhatap olduğum sayısız insanın hepsi, çok akıcı İngilizce konuşuyordu. İngilizce eğitimin yaygın olduğunu biliyordum ancak gencinden yaşlısına bu kadar iyi İngilizce konuştuklarını tahmin etmiyordum.

Amsterdam'ı kendimce anlatmaya çalıştım, biraz da resimler konuşsun.

13 Ekim 2009 Salı

Büyük şehirde yaşam

İstanbul gibi bir şehirde yaşıyorsanız, sürekli yaşadığı şehirden şikayet eden ancak ondan da vazgeçemeyen birçok insan görürsünüz. Sanırım bu, İstanbul gibi büyük şehirde yaşayan insanların benzer bir alışkanlığı. Londra, Paris, New York; hepsinde benzer durum sözkonusu. Şikayet, birinde trafikse, diğerinde kalabalık, bir diğerinde ise gürültü veya güvenlik problemi olabiliyor. Ben, şikayetlerin yanında, bizi büyük şehirlere bağlayan gerçeklerden, yani büyük şehirlerin güzel yanlarından bahsetmek istiyorum.

Büyük şehirlerin en büyük avantajı, hiç şüphesiz, ülkedeki önemli olayların bu şehirlerde gerçekleşmesidir. Uluslararası spor müsabakaları, konserler, sergiler ve diğer birçok aktivite genelde büyük şehirlerde gerçekleşir. Ekonominin kalbi bu şehirlerdir. Yaşaması çok masraflı olsa da en iyi şirketler, en istenilen işler yine bu şehirlerde yer almaktadır. Dış dünyaya açılan kapıdır; havaalanları en çok bağlantının yapıldığı yerdir çünkü. Turistleri kendine çektiği için bu şehirler, yabancı ülke insanlarıyla devamlı surette iletişim halinde olunabilir, değişik kültürler öğrenilebilir.
Büyük şehirler herkese, kendine göre bir dünya sunar. Dar gelirlisi de, zengini de kendini eğlendirme yolunu bulur. En çeşitli eğlence hayatı bu şehirlerde bulunur. Sürekli göç aldığı için, şehrin yerlisi olmayan dahi kendi yöresinin yemeğini yiyebilir, memleketlisini bulabilir, hoşbeş edebilir. İşte bu yüzden de renklidir büyük şehirler. Her renk bulunur... Güne başlarken günün getirecekleri önceden kestirilemez. Farklıdır büyük şehir, bağlar kendine adamı, vazgeçilmez yapar...

Şikayet ederken güzelliklerin de farkına varmak, bizi, sadece daha mutlu yapar... Mutluluktan korkmayalım, şehrin tadına varalım...

12 Ekim 2009 Pazartesi

Sanat

11.Uluslararası İstanbul Bienal'inin bir bölümünü, sonunda gezme fırsatı buldum ve yine, kafamda aynı soru belirdi.
Sanat nedir?

Bertolt Brecht'in meşhur '3 Kuruşluk Opera'sındaki "Denn wovon lebt der Mensch?" (İnsan neyle yaşar?) isimli şarkısının tema olarak alındığı bienalde, Türk ve yabancı birçok sanatçının değişik eserleri sergileniyor. Eserlerin bazıları oldukça değişik ve sınırları zorlayıcı, bundan dolayı sanat kavramının ne ifade ettiğini soruyor insan kendine devamlı. Bienal'i gezen birçok kişinin de, bu sorunun cevabını aradığına eminim. Canan Şenol'un "Çeşme"si, Margaret Harrison'un "Evişçileri", Yüksel Arslan'ın çimen, sabun, bal ve çeşitli vucut sıvılarıyla yaptığı eserleri ve Hans-Peter Feldmann'ın "Ekmek" isimli içi yenmiş bir dilim ekmeği sergilediği çalışması, kimine göre 'çok büyük birer sanat eseri', kimine göre 'bir konu hakkında fikir belirtmek isteyen birinin kullandığı araç', kimine göre ise 'bir kağıda çizgi çekiyorlar, sanat diye adam kandırıyorlar'.

Anlaşıldığı üzere herkesin sanattan anladığı şey farklı. Ben de kendime sordum, sanattan ne anlıyorum acaba diye ve ortaya çıkanları şu şekilde özetledim:
Sanat yaratıcıdır. Yapılmamışı yapmış, söylenmemişi söylemiş olmalıdır. Sanat görecedir, herkese farklı anlam ifade edendir. Sanatta üstünlük yoktur, daha güzel, daha iyi yoktur.. Hepsi farklıdır çünkü, karşılaştırma yapılamaz.. Sanatın değerini belirleyen; bakanın, duyanın, okuyanın kendisidir ve herkese göre farklıdır bu değer... 'Özgürlük ve yaratıcılığın şekil bulması' şeklinde tanımlasam da sanatı, bazen de bir bedel karşılığında aidiyeti bir kişiye verilendir. Oysa sanat herkesle paylaşılmalıdır, paylaştıkça güzelleşir. İşte bu yüzden bir çelişkidir sanat... Eğriyi düzü, doğruyu yanlışı barındırmayandır... Sanatçının elinden çıktıktan sonra artık sanatçının olmayandır...

Herkesin kendi sanat açısını* keşfetmesini önerir, yazımı, sanat üzerine söylenmiş 2 güzel sözle sonlandırmak isterim.

"Bir millet sanattan ve sanatkârdan mahrumsa tam bir hayata malik olamaz... Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir" Mustafa Kemal Atatürk

"Hayatı sanattan üstün tutarım, sanat onu yalnızca süsler" Johann Wolfgang von Goethe

* Sanat açısı: Sanatla ilgili, herkesin kendi penceresine verdiğim isim. Sözlüklerde bir karşılığı yoktur, kendi üretimim.

9 Ekim 2009 Cuma

Kampüste Çıplak Ayaklar

Her filmden sonra kendi kendime düşünürüm. Görmeye değer mi yoksa değil mi diye. Öyle ki, beğenmediğim bazı filmleri dahi, bir sinemasever görmeli diye nitelendirdiğim olmuştur. Bu film için ise karar veremiyorum.

Görüntüler güzel, değişik çekim açıları yakalanmış. Mekanlar şahane. Kampüs olsun, seyahat edilen yerler olsun, çok güzel. Oyuncular başarılı, özellikle Laçin Ceylan'ı ayakta alkışlıyorum. Tabiri caizse, Oscar'lık bir oyun sergilemiş, içimi titretti filmin sonlarındaki sahnesinde.
Buraya kadar herşey güzel; problem senaryoda başlıyor. Senaryo yazarlığı eğitiminde verdikleri ilk ders, filmde bir tepe noktası olmalı; yani bir vaka olmalı ki izleyici neyin devamını izleyeceğini anlayabilsin, kendini kaptırsın. Filmde böyle birşey beklemeyin, pek bir olay olmuyor. Bir grup gencin, 1 sene boyunca yaşadıklarını görüyoruz sadece.
İnsanların hayatını bize izleten filmleri severim aslında.. Kendi halinde ilerler film.. Sizi sıkmaz, takibi kolaydır.. Ancak mutlaka bir vaka gelişir ve devamında olanları izlersiniz. Sonunda sizi mutlu eder, sonu her nasıl olursa olsun. 'Başka insanların hayatlarında bunlar yaşanıyor' deyip sizi geliştirir. Bu filmde ise bu duygulara kapılamadım, nedeni de birçok sahnenin gereksiz şekilde filmde yer alması ve olay örgülerinin birbirinden kopuk ilerlemesi. Bundan dolayı filmde ısınamadım, kendimi kaptıramadım.

Filmdeki diyaloglar ve yeri geldiğinde sahneyi alan sessizlik, filme çok yakışmış, gayet başarılı. Ah o gereksiz sahneler olmasa.. Onlar olmasa çok daha fazla beğeni kazanabilirdi film.

8 Ekim 2009 Perşembe

Evlilik = Saygınlık mı?

Geçen hafta Fransız bir erkek arkadaşımla konuşuyorduk. Kendisi aile şirketlerinin yönetimini yeni devralan, 30'larının başlarında bir iş adamı. Şirketlerini kendisi yönetmeye başladığından beri babasıyla yaşadığı problemleri ve fikir ayrılıklarını anlatırken, babasının ona tam güvenemediğinden, halen şirketi kendi yönetiyormuş gibi davrandığından şikayet etti. Ve sonra şu cümle döküldü ağzından.. 'Evli olsaydım daha farklı olurdu'
Arkadaşım, evli olsaydı babasının ona daha çok güveneceğini, toplum içinde statü olarak imajının tamamlanacağını ve belki de şirketlerinde çalışanlar tarafından daha fazla saygı göreceğini düşünüyor.

Bu durumdan genellikle ülkemizdeki kızların muzdarip olduğunu düşünen ben, yabancı bir erkekten bunu duymanın şokuyla, konuyu daha derinden incelemeye karar verdim. Sadece ülkemizde yaşandığını düşündüğümüz bazı toplumsal çelişkiler aslında dünyanın heryerinde aynı. Evde kalma, erkeğin soyadını alma vb gibi.. Artık bu küreselleşmeden mi kaynaklanıyor yoksa insanoğlu ve toplumla alakalı bir konu mu bilemiyorum ancak sosyal konumla alakalı yargılar, bizi gerçekten istediğimiz şeyleri yapmaktan soğutuyor ve belli bir kalıba girme zorunluluğu hissettiriyor. Evlilik konusu da benzer bir olay. Bekar biri, cinsiyeti ne olursa olsun, evli çiftlerin bulunduğu ortamlarda rahat barınamıyor ve pek kabul görmüyor. Kızların çoğunun sevdikleri için değil de evli bir bayan olarak toplumda yerlerini sağlamlaştırmak için evlendiği günümüzde, erkeklerin de bu yanlışa düştüklerini görüyoruz. Ancak onları suçlayabilir miyiz?
Orta veya üst düzey yönetime gelmiş bir erkek, patronun eşli yemek davetine giderken tek başına gittiğinde, insanlar ya acıyor ya da o kişinin kesin bir problemi olduğunu düşünüyor. Veya Fransız arkadaşımın başına gelen durum gibi, eğer evli değilseniz, yeterince büyümediğiniz düşünülüyor. Bu düşünce neticesinde; ayrı eve çıkmak, terfi almak, aile içi saygı görmek biraz hayal oluyor.

Evlilik ve çocuk sahibi olmak, doğanın ve maalesef toplumun bir kuralı olsa da, insanların hayatlarını istediği gibi yaşamak ve hayatlarıyla ilgili önemli kararları ancak emin olduklarında almak istediklerinin kabul gördüğü ve insanların birey olarak saygı gördüğü bir toplumda yaşamak dileğiyle...

29 Eylül 2009 Salı

'The Ugly Truth'u da kontrol edebilir miyiz?

Her seyahat oncesi bir heyecan alır beni. Ama öyle böyle bir heyecan değil; arnıma ağrılar girer, kafamda binbir düşünce... Mükemmelliyetçi yapım gereği kafamdan geçenlerin çoğu 'acaba uçakta en iyi yeri alabildim mi', 'seçtiğim otel tüm isteklerime cevap verebilecek mi' gibi gereksiz görünen ancak seyahatimin tam istediğim gibi geçebilmesi için oldukça gerekli konular üzerine. Benim gibi herşeyi kontrol etme ve istediğim şekilde devam ettirme çabasında olan biri için bir ülkeye ilk kez gitmenin nasıl bir endişeler yumağı olduğunu tahmin edebilirsiniz.. Yarın böyle bir seyahate çıkıyorum ve büyük merak içindeyim bu seyahatten memnun kalıp kalmayacağıma dair..

Cuma gecesi aynı benim gibi bir kızla tanıştım. Ismi Abby, bu hafta ülkemizde vizyona giren The Ugly Truth filminin baş karakteri. Abby, mükemmelliyetçilik ve kontrol etme tutkusuyla bana benzese de, olayı bana göre bir hayli abartmış; hayatındaki herşeyi madde madde sıraya koymuş ve işi çıktığı çocukla o gece konuşulacaklar listesini hazırlamaya kadar vardırmış.
Abby kendini sadece kadın olduğu için değil de bir birey olarak toplumda kabul ettirme ve kendisini sadece güzelliği için değil de zekası, ve başarısını da takdir edecek bir erkek arkadaş bulma ümidinde. Kadınlar için oldukça makul karşılanabilecek bu istekler erkekler tarafından pek de kabul görmediği için kızımız aşk hayatında pek bir başarı sağlayamıyor. Ta ki Mike, 'Çirkin Gerçekler'i Abby'ye anlatana kadar.

Filmin başrollerinde Katherine Heigl ve Gerard Butler'i izliyoruz. Heigl'ı çocukluğumun en güzel filmlerinden biri olan My Father the Hero'da izlediğimden beri çok severim. Hiçbir dönem modası geçmeyecek bir güzelliği ve ekrandan izleyiciye yansıyan sıcaklığı ile birçok kişinin sevdiği bir oyuncu olduğuna şüphe yok. Ancak bu filmin başındaki birkaç sahnede oyunculuğunu yapmacık ve inandırıcılıktan uzak buldum. Örneğin; titiz, düzenli ve işinde başarılı Abby imajı, filmin başlarında pek iyi yansıtılamamış. Bu nedenle izleyici, filmin ilk 10-15 dakikasında nasıl bir karakterle karşı karşıyayız, bunu tam çözemiyor. Yine bu sene izlediğimiz The Proposal filmindeki Sandra Bullock'un canlandırdığı karakteri anımsayın; düzenli, titiz, işinde başarılı ve erkeklere mesafeli imajı nasıl da anlatıvermişti bize daha filmin en başında.
Katherine Heigl'a geri dönersek, bir sahnede oyunculuğunda tutarsızlık da gözüme çarptı. Karşısındaki erkeğe çekingen, kırılgan hareketlerde bulunan Abby, bir sonraki sahnede yine aynı erkekle oldukça rahat hoşbeş ediyor. Bu problem senaryonun bazı yerlerinde kopukluklar olmasından veya filmin montajı esnasında arada bazı sahnelerin çıkarıldıysa eğer, bundan da kaynaklanıyor olabilir. Bu durumda oyuncunun üstüne fazla gitmeyebilirdim aslında ancak Heigl, aynı zamanda filmin idari/yürütücü yapımcılarından biri. Bu nedenle sorumlulukları sadece oyunculuğu ile sınırlı değil.

Filmin başındaki kısa bölüme dair eleştirilerim bir yana, genel olarak baktığımda, ben filmi çok sevdim. Tabii ki içinde bazı romantik-komedi klişelerini barındırıyor ancak bu film insanı gerçekten güldürüyor. Hem de öyle böyle değil... Özellikle filmin ilk yarısında, sinemadaki herkes gülme krizi geçirdi. O derece komik yani film. Normalde pek sevdiğimi söyleyemeyeceğim Gerard Butler bile bu filmde kendisini sevdirdi. Oynadığı karakter Mike biraz gıcık bir tip olmasına rağmen, izleyiciden sempati toplamayı bildi. Hakkını yemek istemem, Katherine Heigl da yazımın başında eleştirdiğim sahnelerden sonra toparlandı ve özellikle Gerrard Butler ile birlikte oynadıkları bölümlerdeki komikliği ve tatlılığıyla izleyiciyi kendine sevdirdi.

Kadın-erkek ilişkileri üzerine yapılmış en komik filmlerden biri olan The Ugly Truth'a mutlaka gidin. Çok eğleneceksiniz !

22 Eylül 2009 Salı

Hollywood

Oldum olası Altın Küre ve Oscar törenini izlemeye bayılırım. Evet itiraf ediyorum, Hollywood'un görkemini seviyorum ve ABD'nin, dünya sinemasının kalbi olduğunu düşünüyorum. Her ne kadar dünyaya baktığımızda, birçok ülkenin sineması oldukça başarılı işler çıkarsa da, Amerikan sineması halen bu işin merkezi. Gişe için yapılmış büyük prodüksiyonlar olsun, sanat filmleri olsun, drama, komedi, korku ve bunun gibi birçok tür film, devamlı şekilde üretiliyor ve izleyiciye sunuluyor. Tüm dünyanın en yetenekli oyuncu ve yönetmenleri, Hollywood'da çalışmak için yanıp tutuşuyor, bundan dolayı birçok yetenek, orada şans bulmak için uğraşıyor hayatları boyunca. Bu, bence Amerikan sinemasının en büyük avantajı. Kendi içinde yetenek çıkarmasına gerek kalmadan, yetenekler ona geliyor. Çekilen filmlerin çoğu tüm dünyaya dağıtıldığı için gelir de inanılmaz düzeyde... Dolayısıyla, her tür yeniliğe açık çünkü başarısızlık halinde telafisi mümkün. Bu alanda başarılık bir örnek olan Scream isimli film, korku/gerilim türü filmler içinde bir çığır açtı çünkü yepyeni bir alt tür yarattı Scream.

Şimdi kutunun dışına çıkıp bakıyorum konuya ve hemen aklıma bir soru geliyor. Madem bu kadar para var, yetenek var, imkan var; neden bazen yaratıcılıkta tıkanma yaşıyor bu Amerikan sineması? Geçmişte başarılı olmuş Amerikan (örn:Stepford Wives) veya başka ülke filmlerini yeniden çekmeleri (İspanyol Rec, Japon Ring gibi), çizgi romanları filme dönüştürmeleri ve bu filmlerden 3'er, 5'er film çıkarmaları belki bazı sinemaseverleri Hollywood'dan soğutuyor, ancak unutmayalım ki, bu tür filmler çok gişe yapan ve belki de Hollywood ekonomisini ayakta tutan yapımlar. Üstelik birçoğu gişe başarısı yanında sanatsal beğeni de toplamış filmler. Örneğin; The Dark Knight bir Batman filmi ancak çizgi roman uyarlaması sevmeyenler bile, bu filmi çok beğenerek izledi.

Sinema anlayışı ve beğenisinin herkes için farklı olduğuna inansam da, bazı sinema severler tarafından Hollywood'un, gişe amaçlı klişe filmler çıkarması nedeniyle reddedilmesine karşı çıkıyor ve bu sinema sayesinde 12 Angry Men, Se7en, American Beauty, The Usual Suspects, Gladiator, Little Children gibi filmleri izleme şansını bulduğumuzu hatırlatmak istiyorum.

Yazımda bahsi geçen filmlerin DVDsini bulmak mümkün. İyi seyirler.

20 Eylül 2009 Pazar

Yapma demiyorum, hobi olarak yap tabii...

...peki ya hobimi iş olarak yapmak istiyorsam?


Bilindiği üzere birçok ebeveyn çocuklarının mümkün olduğu kadar okumasını, eğitim hayatı bitince de memur, doktor, mühendis gibi bir mesleğe sahip olmasını ister. Bu motivasyonla yetişen çocuklar da üniversite sınavı kapıya geldiğinde, hangi derse biraz fazla yeteneği varsa o tarafa yönelik seçimler yapar; feni iyi olan mühendislik veya tıp, matematiği iyi olan işletme, sosyal dersleri iyi olanlar da felsefe, sosyoloji veya dil gibi bölümleri tercih eder. Bu işin bir de modası vardır. Mesela benim kuşağımın insanlarında işletme okumak çok popülerdi. Öyle ki ben ve birçok arkadaşım, tercih listemizi katalog halinde hazırlamışızdır. Önce işletme sonra iktisat sonra da uluslararası ilişkiler. Hepsini işletmenin bir dalı zannederek... Katalog yapar gibi meslek seçmenin, benzer gibi görünen bölümlerin aslında bambaşka meslekler olduğunu, mezun olup iş hayatına atılınca anladık tabii...

Tüm bu meslek seçimi telaşında bir de sanatçı veya sporcu olmak isteyen gençler var... İşte bu insanların derdi az önce anlattığım bizlerin derdinden çok daha büyük. En azından biz toplum ve aile baskısıyla da olsa kafamızda birşeyleri şekillendirmiş, avukat mı ekonomist mi doktor mu ne olmak istediğimize aşağı yukarı karar verebilmiştik... Ancak sanatı, sporu meslek edinmeye hevesli bu kesim, istisnalar dışında, ailesinden benzer tepkiyi almıştır: 'Yap kızım/oğlum yap tabii ama hobi olarak.. Önce git bir universite oku, meslek sahibi ol, altın bileziği koluna tak, sonra müzik mi yaparsın, artık basket mi oynarsın o sana kalmış'

Bu gayet samimi ve mantıklı görünen teklife uyan birçok genç, ileride hayallerinin işini yapacakları umuduyla istemedikleri dersleri okuyacak, sınavlara girecek, yıllarını harcayacak ve okul bitince geçim derdi gibi sebeplerden dolayı 'ciddi' addedilen mesleklerinde ilerlemeyi seçecek.

Acaba bu şekilde kaç tane genç, bir Mariah Carey, Lionel Messi veya İdil Biret olabilecekken, istemedikleri bir meslekte belki iyi gelirli ama mutsuz bir yaşam sürüyor?

17 Eylül 2009 Perşembe

Beşiktaş'ın Avrupa ile imtihanı

Bildiğiniz üzere bu sene ülkemizi Şampiyonlar Ligi'nde Beşiktaş temsil ediyor. Bu sene Turkiye Lig'ine pek iyi başlayamayan ve en son Galatasaray karşısında farklı yenilen Beşiktaş'ın Avrupa'da ne yapacağı merak konusuydu.

İlk sınavını Salı akşamı Manchester United karşısında verdi Beşiktaş. Dünyaca ünlü bir takıma karşı oynamanın heyecanı ozellikle bu konuda tecrübesiz oyuncularda ilk başlarda stres yarattıysa da ilerleyen dakikalarda bu panik hali azaldı. Beşiktaş'ta iyi oynayan isimler Ferrari, İbrahim Üzülmez ve Serdar Özkan idi. Mustafa Denizli'nin Serdar'ı oyundan alması şaşırtıcıydı zira takımda en çok koşan ve mücadele eden isimlerden biriydi. Serdar gol pozisyonuna girmekte zorlanmıyor ancak pozisyonlari gole çevirmekte büyük sıkıntısı var. Onun yerine oyuna giren Yusuf ise tekniğine güvenerek ayağında çok top tuttu ve oyunu yavaşlattı. Gününde olmaması nedeniyle de ona gelen topların çoğu atağa dönüşmedi. Kaleci Rüştü'nün sakatlığı ve Cumartesi günkü Galatasaray maçından kalan muhtemel moral bozukluğu sebebiyle kalede görev yapan Hakan Arıkan, bir gol yemesine rağmen diğer pozisyonlarda başarılıydı.

Man.U'da ise öne çıkan isimler arasında Valencia, Nani ve maçın tek golünü kaydeden Scholes'i sayabilirim. Rooney ileride çok yalnız kaldı bu nedenle Alex Ferguson kendisini çıkarıp yerine Michael Owen'i oyuna aldı ancak Owen da pek varlık gösteremedi.

Özetle Beşiktaş çok uğraştı, didindi, belki 1 puan da alabilirdi ancak Şampiyonlar Ligi'ndeki takımlar ile arasındaki kalite farkına kurban gitti. Malesef maçlara iyi hazırlansanız da oyuncularınız yüksek kalite seviyesinde değilse, soğukkanlı ve tecrübeli rakipler buldukları bir pozisyonu gole çevirerek 3 puanı hanelerine yazdırıveriyorlar. İleriki senelerde Avrupa'da başarılı olmak istiyorsa Beşiktaş, özellikle yabancı oyuncu seçimini daha dikkatli yapması lazım.

16 Eylül 2009 Çarşamba

Orphan

Bu film için günleri, haftaları saydım ve sonunda geçen hafta Turkiye'de gösterimine başlandı. Gerilim türü filmleri çok sevdiğim için büyük bir heyecanla vizyona girdiği Cuma gece 12 seansına yerimi ayırttım; kendim ve tabi benim gibi bu turdeki filmleri seven arkadaslarım için.

Film, halihazırda 2 çocuğu olan bir karı kocanın ailelerine 3.çocuğu evlat edinerek katma isteklerini ve sonuçta yaşananları anlatıyor. Filmin konusu çok değişik değil belki ancak gerilim filmlerinde çocukları kötü karakter olarak kullanmak çok yeni olmayan ancak çok da sık rastlanmadığından sebeple bana her zaman çekici geliyor. Bir de o masum ve tatlı olmasını beklediğimiz karakterlerin kötülük yapması insanı derinden etkiliyor. Filmin bana hoş gelen bir tarafı da sadece gerilmek, korkmak, endişelenmek kadar Esther karakterinin mizahi yanı. Bazı sahnelerde artık insanın siniri bozuluyor ve gülmeye başlıyorsunuz.

Başroldeki Isabelle Fuhrman insanı korkudan titretiyor. 1997 doğumlu bu çocuğun böylesine bir rolü bu kadar başarılı canlandırması, bize kendisini ileride birçok ödül alacağı birçok yapımda izleyeceğimiz haberini veriyor.

Çocukların korkuttuğu filmler arasında en sevdiğim film olan The Good Son'a arkadaş geldi. Doğa üstü olaylar veya kan dolu korku filmleri yerine gerçekte de yaşanabilecek gerilim türü filmlerden hoşlanıyorsanız Orphan'i sinemada, The Good Son(1993)'i da DVD'de izlemenizi tavsiye ederim.

Hakkımda

Fotoğrafım
Instagram:@stylishtimes Snapchat:@astylishtimes Twitter:@AysheRose

İzleyiciler