Sık seyahat eden biri için, yeni bir ülkeye gitmek, her zaman yaşanabilecek bir olay olmaktan çıkıyor. Bundan dolayı da sürekli aynı yerlere gitmek heyecan vermiyor insana...
Görmediğim bir yere gitmenin heyecanı, biraz sevinç biraz da endişe içerir, acaba sevecek miyim veya görülmesi gereken yerleri görebilecek miyim diye. Bilmeyince gideceğim yeri ve araştırma yapacak vaktim de yoksa, iyice strese girerim. Bir de havası suyu nasıldır bilemiyor insan, etraftan duyduklarına göre hazırlıyor eşyalarını ve sonuç; 30 kg gelen bavullar, giyilmeyecek birçok eşya ve bunları taşıma eziyeti...
Yine böyle bir seyahatte, 8 C dereceye göre hazırlanmış bir bavulla Amsterdam'a vardık. Hava bulutlu ancak oldukça ılıktı. Aynı hatayı Haziran ayında Moskova'ya giderken de yapmış, herkes sandaletlerle gezerken ben kalın botlarla idare etmek zorunda kalmıştı

m. Amsterdam için baharda bile çok soğuk olur diyen arkadaşlarım, asıl mevzudan; yani arada bir fırtına şeklinde yağan yağmurdan bahsetmeyi atlayınca, hediyelik eşya dükkanlarında satılan, bir kez açıldıktan sonra bir daha kapanmayan şemsiyelere mecbur kaldık. Turistik am
açlı bir seyahat olmadığı için, boş günümüzü dolu dolu değerlendirelim diye hemen bir harita aldık ve otelimizin bulunduğu bölgeyi gezmeye başladık. Merkez istasyonun bulunduğu bölge, Amsterdam'in turizm merkezi diyebiliriz. İki adımda bir karşınıza çıkan "cafe"lerden etrafa yayılan koku, ilk başta çok rahatsız etse de zaman içinde alışılıyor ve temiz havayı solumak insana garip gelmeye başlıyor. Bir sokaktan diğerine geçerken karşınıza çıkan kanallar, değişik mimarideki köprüler ve pasta gibi evler şehrin en güzel ayrıntıları. Tabii ister istemez, yolumuz meşhur Red Light District'e de düştü. Ne abartıldığı kadar çirkin, ne de görmek için o kadar yola değecek bir yer burası.
Bu bölgedeki ara sokaklarda gezerken duraksar ve bir de harita çıkarırsanız cebinizden, yanınızda çeşit

li adamların belirmesi ve yardımcı olmaya çalışmaları an meselesi. Bu insanlardan bir an evvel uzaklaşmak, yapılması gereken tek hareket, zira kendilerinin pek tekin olmadığını, Hollanda'lılar bile söylüyor. Amsterdam'ın güneyine doğru gidildiğinde ise, çok daha farklı bir bölgeyle karşılaşıyor insan. Nezih semtler, yürürken kendinizi güvende hissettiğiniz sokaklar, birçok müzenin bulunduğu MuseumPlein, sanki bambaşka bir şehirdeymiş gibi hissettiriyor.
Gittiğim her ülkenin yeme-içme kültürüyle yakından ilgili olduğum için, çevremde bulunan insanların nasıl beslend
iğini de inceledim. Öğlenleri genelde peynir ekmek gibi pratik çözümlerle idare ediyorlar. Ama ne peynir, lezzeti anlatmakla bitmez. Meşhur peynir markaları, Old Amsterdam'ın üretildiği ve paketlendiği firmayı da gezme fırsatı buldum. Peynirleri yaşlandırdıkları tesis ve devasa depoları gerçekten görmeye değer. Peynirle birlikte salatayı da ihmal etmiyor Hollanda'lılar, bundan dolayı öğle yemekleri büyük bir zevkti benim için. Hollanda'daki yemeklerden bahsederken, d

ev patates kızartmalarından söz etmemek haksızlık olur. Kocaman boyları ve inanılmaz lezzetiyle akılları baştan alıyor. Bu yerel lezzetlerin yanında, tüm dünya mutfaklarından örnekler bulmak mümkün. Benim en çok rastladığım mutfak İtalyan'dı ve oldukça başarılıydı.
Amsterdam ile ilgili beni en çok şaşırtan konu ise, insanların İngilizce konuşma oranıydı. Muhatap olduğum sayısız insanın hepsi, çok akıcı İngilizce konuşuyordu. İngilizce eğitimin yaygın olduğunu biliyordum ancak gencinden yaşlısına bu kadar iyi İngilizce konuştuklarını tahmin etmiyordum.
Amsterdam'ı kendimce anlatmaya çalıştım, biraz da resimler konuşsun.
keske bbc nin weather sitesine bi goz atip ciksaniz seyahatlerinize.. inanin sizi tatsiz surprizlerle karsilastirmaz
YanıtlaSil