11 Nisan 2010 Pazar

Aşk ihtimali

Gün boyu toplantı üstüne toplantı yapmış, iş sonrası da sporda kendini paralamış bir bünye için en rahatlatıcı aktivitenin biraz uyku olduğunu düşünürdüm. Meğer güzel bir film izlemek de insanı dinlendirebiliyormuş.

"Leap Year", haftalardır gitmekten kaçındığım, klişelerle dolu olmasından şüphe ettiğim ve bu sebeple biraz mesafeli kaldığım bir vizyon filmiydi. Sonunda bir Perşembe akşamı, biraz kafamı dağıtır umuduyla aldım biletimi, girdim salona. Film başlar başlamaz, Amy Adams'ın tatlı yüzü ve benim izlemekten en keyif aldığım aşırı düzenli ve titiz kadın karakterlerine* örnek Anna ile tanışıyoruz. Anna, çalışkan ve programlı ancak hayat, herkese yaptığı gibi, ona da öyle oyunlar oynuyor ki, kendisini bambaşka ortamlarda, bambaşka insanlarla buluveriyor. Anna'nın Dublin'e gitme macerası, çok tatlı, çok eğlenceli. Declan karakterine can veren Matthew Goode'nin de bu eğlencedeki rolü büyük. Bu iki oyuncu, öyle güzel bir kimya yakalamışlar ki, sanki film değil, gerçek hayattan bir kesit izliyoruz. Film, romantik komedi olarak sınıflandırılmış belki ama benim için sıcak ve eğlenceli bir aşk filmi.

Filmden sonra düşündüm ister istemez; statü, para ve dünyevi komplekslerimiz olmasa, acaba nasıl birine aşık olurduk? Aşık olmak bir seçim bir yerde. Belki direk seçmiyoruz aşık olacağımız kişiyi, veya seçip birlikte olsak da, aşk olmuyor sonucunda her zaman. Ama en azından belli bir sosyal çevreden, görüştüğümüz, aynı yerlerde bulunduğumuz, benzer zevkleri paylaştığımız bir grup insan içinden oluyor eşlerimiz, sevgililerimiz ve arkadaşlarımız... Peki büyük şehir kaosundan uzakta, geçinebilecek kadar para kazanmanın yeteceği, insanların birbirlerini, okudukları okulla, çalıştıkları şirketle, gittikleri kulüplerle değerlendirmediği bir dünyada yaşasaydık? O zaman aşık olabilme ihtimalimiz dahilinde, daha geniş bir kitle yer almaz mıydı?


* The Ugly Truth'daki Abby, The Proposal'daki Margaret

18 Şubat 2010 Perşembe

Başarı

İnsanları ambalajına göre mi değerlendiriyoruz? sorusu, üzerinde en çok konuşulan konulardan biridir günümüzde. Kendimizle ve dolayısıyla dünyayla barışık bir hayat felsefesinin pek moda olduğu bu günlerde, birçok insan, "hayata pozitif bakmalı, doğaya saygı duymalı, içimizdeki sese kulak vermeli" ve "insanları dış görünüşüne göre yargılamamalıyız" gibi söylemler ile kendilerini her geçen gün daha da geliştiriyor, veya geliştirdiğini düşünüyor.

Ben de özünde katılıyorum bu yaklaşımlara... Bence de insanları sevmeli, doğaya saygı duymalı ve olumlu düşünceye açık olmalıyız. Lakin, iş insanları değerlendirme konusuna gelince, bu felsefelere aykırı bir durum, oluşuyor kendiliğinden. Biri ile tanıştığımızda ilk izlenim, dış görünüşe paralel bir çizgide oluyor. Saçı, kıyafeti, ayakkabısı, kilosu, çantası gibi unsurlar, o kişi ile ilgili ilk görüşlerimizi belirliyor belirlemesine ancak, o kişi ile konuştukça, o dış görünüşün altındaki insanı tanımaya başlıyoruz. Genellikle, ortak zevkler, o kişi ile ilgili ilk görüşlerimizi olumlu hale çevirebiliyor.

Bir de yakından tanıma fırsatı bulamadığımız insanlar var. Günlük hayatta karşımıza çıkan ve uzaktan gördüğümüz insanlar ile bir dergide, gazetede, televizyonda veya beyaz perdede gördüğümüz insanlar bu bahsettiklerim. Bire bir tanışma imkanımız olmayanlar, bir diğer deyişle... Meşhur olanları hakkında, röportajlardan fikir edinebiliriz belki ancak ilk intiba itibariyle sevelim sevmeyelim, bir insan yaptığı işte başarılıysa, kendisi hakkındaki görüşlerimiz hemen olumluya doğru eğilim gösterir ve o kişiyi sevmesek bile en azından saygı duyarız. Örneğin bir oyuncu, beyaz perdedeki başarısıyla derinden etkileyip, tüm filmlerini takip eder hale getirebilir bizleri. Efsaneleşen Joker performansı ile Heath Ledger, Sherlock Holmes yorumuyla Robert Downer Jr., Head in the Clouds'daki rolüyle Charlize Theron, son on yılın sinemasından benim aklima ilk gelenler. Tanınmış insanlar için geçerli değil bu sadece. Karaoke barda Whitney Houston gibi şarkı söyleyebilen bir kadın ile hiç bilmediğiniz bir ressamın, bir resmine bayılmamız gibi de cereyan edebiliyor bu olay.

Toplumda istediğimiz şekilde var olmak ve insanlar üzerinde olumlu bir intiba bırakabilmek için, sadece ilk etapta görünen dış özelliklerimize dikkat etmek yerine, aynı zamanda yeteneklerimize de önem verip, yaptığımız bir işte başarılı olursak, sevilmek değil belki ama saygı uyandırmak garanti diyebilirim.

31 Ocak 2010 Pazar

Usta-Çırak ilişkisi

Biliriz ki, bir işi iyi yapan ustanın, mutlaka bir de çırağı vardır. Ve bu ustanın en elzem görevlerinden biri, çırağı eğitmek ve kendi yokluğunda işi layıkıyla yapabilecek hale getirmektir. Bir nevi tahtını bırakacak kişiyi, bu görev için yetiştirmek. Ustanın ustalığına ve çırağın yeteneğine bağlı olarak günün birinde, usta görevi bırakır ve çırak, "usta" tacını giyer. Sırayla devredilmiş görev, gereğince yerine getirileceği için, herkes mutlu, herkes tatmindir. Kimi zaman da, çıraklar fazla yetenekli çıkar ve zamanından evvel usta kadar iyi işlere imza atacak hale gelir. Bu durum için "Boynuz kulağı geçti" yorumu yapılır ve konu ile alakalı hoş sohbetlere imza atılır. Herkes halen huzurlu ve mutludur, zira çırak haddini bilmekte ve vaktinden evvel kralın tahtına göz dikmemektedir.

Bu hoş ve tanıdık hikaye, günümüz koşullarında halen geçerli mi acaba? Günümüz koşulları sert ve acımasız. Büyük şehirlerde hayat standartlarını idame ettirebilmek amacıyla, hırs ve stres içinde çalışılan, rekabetçi bir ortam. Ve bu ortam, insanları ikileme sürüklüyor. Usta olmuş bir çalışan, arkasından geleni iyi niyetle eğitmeye başladığında, başına gelecekler çok ihtimalli bir denklem adeta. Çırağın yetenekli ve çalışkan çıkması durumunda, az zamanda çok yol alıp, ustasının yerine geçmek istemesi, bunun sonucunda üst yönetimin daha genç birine şans verip, tecrübeli ama pahalı usta ile yollarını ayırmak istemesi, olasılıklar dahilinde.

Yıllarını mesleğine vermiş tecrübeli ustalar, çırakların tehditi altında kalmamak için, bu sefer başka bir yöne eğiliyorlar; kimseyi eğitmeyip, kendilerini "yeri doldurulamaz" statüsüne yerleştirmek. Bu durum, şirket için türlü sakıncalar içerdiği gibi, usta için de birçok sorunu beraberinde getiriyor. Yetki ve sorumluluk dağıtmayan usta, yığılan işlerle tek başına uğraşmak ve gereğinden fazla çalışmak zorunda kalıyor.

Yardımsever olayım derken işinden olmak veya işini ve konumunu kaptırmamak için bencil davranmak gibi bir ikilemde kalan ustamız, kararını hangi tercihten kullanırsa kullansın, bizler de kendimizi günün birinde benzer durumda bulacağımızdan, o gün gelip çattığında, ustayı anlayışla karşılayıp, kendisine hak vereceğiz.

17 Ocak 2010 Pazar

Büyüklere oyuncak

Evli çiftler, evlenmelerinden bir süre sonra, canlarının sıkılmaya başladığını hisseder ve bir arayışa girerler. Bu arayışın sonucu da kuvvetle muhtemel bir bebek yapma fikriyle sonuçlanır.

Bebekleri dünyaya geldiğinde, evleri şenlenmiş, hayatları daha mutlu oluverir. Artık oyalanacakları bir şey vardır ailede. Yıllar yılları izler, bu bebekler büyümeye başlar ve bu esnada, ailenin tek gayesi, bu çocuğu en iyi şekilde yetiştirmek olur. Okul ismi, eğitim dili fark etmez, her ebeveyn, kendi hırsları için veya ileride başarılı birer birey olsunlar diye canla başla uğraşır, onları iyi okullara sokarlar. Okul telaşı bittikten sonra artık okumuş genç insanlar haline gelen bu çocuklar, kendilerine bir yön çizmeye çalışırlar hayatta. Tabii bu aşamada, yine aileler devreye girer ve çocuğu, ileride en çok para yapacak, geleceği en parlak görünen mesleklere yönlendirirler. Mesela bu çocuk, şair olmak istese bunu hobi olarak yapması tavsiye edilerek kendisinin "gerçek" bir iş sahibi olması önerilir. Veya tiyatrocu olmak isteyen genç bunu sadece iş sonrası hobi kulüplerinde gerçekleştirmelidir. Çocuk yurt dışında yaşamak isterse mesela, küçük çapta bir kriz çıkabilir ailede, zira yapıp, büyütüp okuttukları oyuncaklarından uzaklaşmak istemezler. Eğer, ailenin uygun bulduğu bir iş, aşk veya özel hayatı yoksa, hepten yandı bu çocuklar. İsimleri çıkar isyancıya, bundan sonra ne yaparlarsa, mutlaka davranışlarının içinde bir isyan tohumu aranacaktır. Zor iştir çocuk olmak vesselam, kendi hayatını yaşamaya çalışırken, omuzlarında tonla bir yük taşımak demektir; ailenin beklenti ve isteklerinden oluşan.

Tüm bu kargaşa sonucunda bu çocuklar, hayata geliş amaçlarını sorgular dururlar... Bir tarafta sadece bir kez yaşanabilecek günler, aylar, yıllar, diğer tarafta bu değerli zamanların başkalarının istekleri doğrultusunda harcanması... Zor iştir çocuk olmak; hayatı boyunca sahibini eğlendirmesi gereken bir oyuncak misali...

15 Ocak 2010 Cuma

Zürih

Beş saattir devam eden yoğun kar yağışı, yaklaşık üç saattir kalkamayan uçağın sıkıntısını unutturuyor bana... Şartların uçak yolculuğu için pek uygun olmaması, bembeyaz olmuş bir havaalanı, pistteki kar temizleme araçları, uçağın kanatlarındaki buzun eritilmesi için sıra beklemek gibi şeyler normalde insana sıkıntı verecek olsa da, Zürih'te geçirdiğim güzel günler, bana şu anda olan biteni unutturuyor ve izlenimlerimi yazmaya heveslendiriyor.

Daha evvel, yolumun üzeri olması sebebiyle, içinden birkaç kez arabayla geçtiğim bu şehri, artık tam manasıyla görmenin vakti geldi diyerek planladım bu seyahati.

Zürih'te, en çok zaman geçirilecek yer olduğu herkes tarafından söylenen Bahnhofstrasse civarında bir otelde kalmak, birçok yere yürüyerek gidilebilmesi açısından çok isabetli bir karar olur. Burası, istasyon ile göl arasında uzanan, birçok butik, alışveriş merkezi ve restoran barındıran çok renkli bir cadde. Baur au Lac, Widder Hotel ve Park Hyatt, bu anlamda tavsiye edebileceğim otellerden bazıları. Yeme içme kültürü çok gelişmiş olan Zürih'te, çeşitli ülke mutfaklarından örnekler tadabileceğiniz sayısız mekan mevcut. Noel'de görüşemeyecek olan aileler ve büyük arkadaş grupları, tatil öncesi birbirlerini kutlamak ve hediyelerini takdim etmek amacıyla kalabalık yemeğe çıktıkları için, istediğimiz mekanlarda yer bulma konusunda biraz sıkıntı çektik. Bundan dolayı, siz de Noel tatiline yakın bir dönemde bu şehri ziyaret etmeyi planlıyorsanız, restoran rezervasyonlarınızı gitmeden netleştirmenizi tavsiye ederim. Zürih'in en meşhur İtalyan restoranı Bindelli, İspanyol yemeklerinin ve müziğinin keyfine varabileceğiniz Cafe Aurelio, restoran sonrasında 'lounge' kısmıyla da çok tutulan Kaufleuten ve pek tabii ki bir Zürih klasiği Kronenhalle bizi yanıltmayan mekanlardı. Bunların arasında Kronenhalle kişisel favorim. Harika yemekler sunan bir İsviçre restoranı olmasının yanında Chagall ve Picasso gibi önemli ressamların orjinal tablolarının duvarları süslemesi, yemek yerken aynı zamanda bir galerideymişsiniz hissi veriyor. Bunlara ek olarak, Kronenhalle'de duyduğum bir hikaye çok ilginç geldi. UBS'in başkanı buranın müdavimlerinden biriymiş. Ne zaman ki UBS büyük zarara uğrayıp, İsviçre hükümeti bu bankaya büyük bir tutar için destek çıkmış, işte o zaman Kronenhalle, bu müdavimini restorana kabul etmemiş; ülkenin parasının gereksiz yere harcanmasına sebep olduğunu ileri sürerek.

Tabii her şey Bahnhofstrasse ile sınırlı değil... Altstadt dedikleri bölge, daracık sokakları ve butikleriyle insanı ayrı bir dünyaya götürüyor. Avrupa'nın en büyük saat kulesine ev sahipliği yapan St.Peter kilisesini görmek gerekli, zira saat kulesinin ihtişamı insanı gerçekten büyülüyor. Bu bölgeye gittiğinizde uğramadan geçmemeniz gereken, bana göre en mühim yerlerden biri, Teuscher. Burası dünyada bazı ülkelerde şubeleri bulunan oldukça meşhur bir çikolata üreticisi, ancak Altstadt'daki bu minik dükkan, rengarenk süslerle donatılmış bir yer olması ve çalışan teyzelerin, orada üretimi yapılan taptaze çikolataları, istediğiniz şekilde paketleyerek sunmasıyla, insanı başka diyarlara götüren bir masal adeta.

Bu masala ortak olmayı düşünenler için; nazik insanları, muhteşem göl manzarası ve rüya gibi çikolatacılarıyla, Zürih görülmeye değer bir şehir.

31 Aralık 2009 Perşembe

Yeni yıl kararları

Bir yıla veda ederken, yeni yıldan beklentilerimizi düşünmeye ve bunların gerçekleşmesi için umut beslemeye başlarız. Aslında sadece bir rakam değişikliği olacaktır, ancak umut biz insanlar için her şey, bu sebeple, geride bıraktığımız yıl yaşanan hayal kırıklıklarının o yılda kalmasını ve istediğimiz birçok şeyin yeni yılda gerçekleşmesini ümit ediyoruz.

Geleceğimizle ilgili planlarımızı gerçekleştirmemizi sağlayacak çalışmalara başlama kararları, hep yapmak istediğimiz ancak fırsat bulamadığımız seyahatleri planlamak, hobilerimize daha fazla zaman ayırmak gibi planlar, yeni yılla birlikte oluşan motivasyonumuzu doğru kanallarda kullanmak adına başarılı örnekler... Ancak, çevremde gördüğüm asıl eğilim, yeni yıldan bir aşk, bir eş veya yeni bir iş ummak. Bu işlerin sadece dilemek ve beklemekle olmadığı aşikar... Bununla birlikte, mutluluğu bu dileklerinin gerçekleşmesine bağlamak, tam manasıyla abesle iştigal... Kim bilebilir iş değiştirmenin mutluluk getireceğini veya evlenince çok daha güzel bir hayata sahip olunacağını...

Hayattan en büyük beklentinin "mutluluk" olduğunu varsayarsak, mutluluğu, gerçekleştiğinde erişeceğimize emin olmadığımız hedeflerde aramamak, bunun yerine, bir film veya bir sohbetin de bizi mutlu edeceğini fark edip, kendimizi, gerçekleşmesi elimizde olmayan ve sonucunda ne olacağını kestiremediğimiz hayallerin esiri etmemek, bu seferki yeni yıl kararımız olsun.

.

25 Aralık 2009 Cuma

Kim ne derse desin

Soğuk bir Paris sabahı, Rue du Bac'ta hızlı adımlarla yürürken, orada yaşayan bir kız arkadaşıma rastladım. Son görüşmemizin üzerinden yıllar geçtiği için uzun bir hasret giderme sonrası karşımıza çıkan ilk kafeye oturup sohbete başladık. Ancak sohbetten ziyade ilgimi asıl çeken olay, Aslı'nın kılık kıyafetiydi. Vatkalı deri ceketi, yırtık kot pantalonu ve ayağındaki burnu açık botlarıyla değişik bir hava yaratmıştı kendisine. Hemen sordum tabii 'Sen hiç böyle giyinmezdin, nasıl oldu da böyle kendine has bir tarz yarattın?' diye. Benim zevkime uymasa da kıyafeti, farklı olması hoşuma gitmişti. 'Doğru diyorsun, ben burada rahatım, kimse dönüp bakmıyor bile. Baksa da tanımıyorum kimseyi, o yüzden canım nasıl istiyorsa öyle giyiniyorum. Tabii İstanbul'a döndüğümde yine eski halime dönüyorum. Orada insanlar ters ters bakıyor, utanıyorum' diye cevapladı. Önce şaşırdım ama sonra kendi kılığıma bakınca Aslı'ya hak verdim. Üzerimde yıllar evvel yine Paris'ten aldığım ama şimdiye kadar, nedendir bilinmez, giyemediğim tasarım bir elbise ve kafamda kadife fiyonklu bir taç. Sonra düşündüm kendi kendime, niye yurt dışına gittiğimde giyim kuşamda oldukça yaratıcı olabiliyorken, kendi ortamımda sıradan olmaya çalışıyorum diye. Cevap basitti aslında. Ne kadar kendime güvenim yerinde de olsa, toplumda çok ilgi çekmemeye ve mümkünse kimseden bir tepki almamaya çalışmak, bir nevi kendini topluma kabul ettirme çabasıydı bu.

Aynı günün akşamı, St.Germain bulvarında eve doğru yürürken yolda beyaz saçlı bir adama rastladım. Bir anda çığlık attım 'Evet, bu o' diyerek.. Bembeyaz uzun saçları, deri eldivenleri ve hiç çıkarmadığı güneş gözlüğüyle dibimde duruyordu Karl Lagerfeld. Bir heykel gibi soğuk görünen ancak konuştuğunda yakın arkadaşınızmış gibi sıcak olan, farklı olmaktan çekinmeyen, içindekini, aklındakini olduğu gibi ortaya koyan ve kendini marka yapmayı başarmış bir isim Karl Lagerfeld.
İş hayatımızda bir marka yaratırken, yeni bir ürün çıkarırken, illa farklılığı hedefleyen bizler, iş kendimize geldiğinde bir o kadar korkak ve çekingen kalıyoruz. Ancak kendinden marka yaratan Karl Lagerfeld ve diğerleri, korkmanın aksine, farklı olmalarıyla başarıya ulaşıyorlar.

Moda dünyasından yola çıktım ancak topluma uyum sağlama çabası sadece giyim kuşamla veya ülke ile sınırlı değil. Bir İngiliz arkadaşım, çok beğendiği bir Alman arkadaşının ilgisine cevap veremiyor, nedeni ise adamın ondan yaşça oldukça büyük olması. Zor bir durum olduğuna hemfikirim ancak 'Kendi ülkemden başka bir yerde yaşasaydım, muhtemelen isterdim bu ilişkiyi' demesi, bizdeki 'Ailem veya arkadaşlarım ne der' endişesini çağrıştırdı bana.

Anlaşıldığı üzere, büyük bir çoğunluk, toplumda onaylanma ve kabul görme telaşına düşüp belli kalıplarda sürdürüyor hayatını. Oysa ki başkalarının istediği hayatı yaşamayı bırakıp, kendi doğrularımızı takip etmek ve bunu başarmak için biraz cesaret, bizi çok daha başarılı ve mutlu yapacaktır hayatta.

Hakkımda

Fotoğrafım
Instagram:@stylishtimes Snapchat:@astylishtimes Twitter:@AysheRose

İzleyiciler